30 Ocak 2013 Çarşamba

Alıntıdır.

    Kitap okurken sevdiğim cümlelerin altını çizmem, kitabımı öyle bir okurum ki raftan yeni eline aldın sanırsın. Neden böyle yapıyorum bilmiyorum, sevdiğim kitapların sonunu da okuyamıyorum zaten (bunu daha önce anlatmıştım). Bir süredir sevdiğim cümleleri üçüncü el gibi kullandığım telefonuma not ediyorum. Boş zamanlarımda onları okumak hoşuma gidiyor. Ne zaman, nerede okuyorken yazdığımı anımsamaya çalışıyorum. 


Şu sıralar okuduğum kitapta Marcus Aurelius'un Düşünceler kitabından okuyup okuyup doyamadığım ve kocaman dersler çıkarttığım bir alıntı var:

    “Zor kullan bakalım, kendine zor kullan, şiddet uygula ruhum; ama daha sonra kendini saymaya, saygı göstermeye zaman bulamayacaksın. Çünkü insanin bir tane hayatı vardır, bir tek hayatı. Ama senin için bu hayat neredeyse bitmiştir, o hayatı yaşarken kendine hiç dikkat etmedin, başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğun saydın... Oysa kendi ruhlarındaki hareketleri dikkatle izlemeyenler mutlaka mutsuz olurlar.”


Okuyunca çok fena "doinkk"letiyor değil mi? Yani benim için öyle oldu.

Blog'uma da yazman istedim, ilerde unutursam yeniden hatırlayayım diye, öyle işte...


29 Ocak 2013 Salı

Savaş Cadısı "Rebelle"

    Çocukların başrol oynadığı filmlerden çok etkileniyorum. Etkilenme sebebim mutluluktan olunca değmeyin keyfime ama bu üzüldüğüm içinse midem bulanıyor, belli bir süre kendime gelemiyorum.

Düşler Diyarı'nda (Beasts of the Southern Wild) Hushpuppy'nin o sevimli hali, filmdeki o büyülü dünya ve Hushpuppy'nin o mücadeleci haline üzülsem, ağlasam bile beni Savaş Cadısı kadar üzüp, etkilememişti.

9 yaşında olan Quvenzhane Wallis (ben böyle zor isim görmedim, zavallı çocuk ne zorlanıyordur) Oscar'a aday ve umarım kazanır :)
    Bugün izlediğim Savaş Cadısı (Rebelle) beni çok üzdü, minnacık kız çocuğu Komona'nın yaşadıkları Hushpuppy'nin yaşadıklarından da beterdi. Daha 12 yaşındayken anne, babasını öldürmek zorunda bırakılıp isyancılar tarafından kaçırılan küçük kızın dram dolu iki yılı anlatılıyor. Yaptıklarını neden yaptığına dair en ufak bir fikri yokken eline silah tutuşturulup "öldür" emri verilen çaresiz bir çocuğun hikayesi...

Gerçek bir hikayeden uyarlama olduğunu öğrenince iyice depresife bağlamama neden olan film Afrika şartlarını da göz önüne seriyor. O fakir halkın eski püskü kıyafetleri özellikle Komona'nın aşkı olan "büyücü" çocuğun Adidas eşofmanı ve Komona'nın giydiği Abercrombie t-shirt çok manidardı.


Komona yani Rachel Mwanza'nın Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı kazandı ayrıca film Kanada'nın da yabancı film Oscar adayı. Rakipler arasında Amour varken ödülü kazanması zor.



23 Ocak 2013 Çarşamba

“Şimdi suratına bir tane çaksam, sanat diyebilir miyim buna?”

    Bugün kendimce yeni bir şey denemeye kalkıştım. Dünya için küçük benim için büyük bir şey: "Yürüyerek kitap okumak". Bahariye'den Moda'ya kadar elimde kitabımla okuya okuya yürüdüm, kaldırım taşlarına kadar ezbere bildiğim halde izlediğim güzergah boyunca iki cümle sonrası kaldırıma baktım. Bu duruma biraz daha alışırsam daha az yere daha çok kitaba bakabileceğimi umuyorum:)

    Bu deneyimi yaşıyorken elimde hangi kitap vardı diye merak ediyorsanız şu sıralar "Fang Ailesi"ni okuyorum. 
Neye, neden sanat denildiğini sorgulatan, sahne sanatlarını hayata monte etmeye çalışan deli bir çiftin çocukları olduktan sonra da bu süreci süper dörtlü olarak performanslarını ortaya koydukları zaman döngüsünü anlatıyor. Normal olarak gördüğümüz çoğu şeyin içinde sanat olduğunu anlatan keyifli bir o kadar da "yaa ben de yapabilir miydim bunu?" diye sorgulatan bir kitap. 


Valla kitap hakkında yazdıklarımı şimdi okudum da ne anlatmak istediğimi ancak bu kitabı okumuş birinin anlayacağını düşündüm...
O zaman keyiflenmek için çerezlik kitap, ey ahali okuyun! :)

22 Ocak 2013 Salı

Bana kartvizitini ver sana kim olduğunu söyleyeyim...

    An itibarıyla Nişantaşı Nero'da arkadaşımı bekliyorum. Her zaman olduğu gibi buluşmaya erken geldim, sorumluluk duygumu buluşma-görüşme önemine göre bile bastıramıyorum, hep en erkenci benim. Şu an üst katta tadilat var demek ayıp olur resmen bina yıkılıyor, korkunç bir matkap sesi hakim. 

Buna rağmen mekan tıklım tıklım, insanlar inatla bağırıp seslerini birbirlerine duyurmaya çalışıyorlar, bir yandan Nero'nun hayat dolu CD'si de çalmaya devam ediyor, ben ise sağımı solumu yeterince izleyip biraz da dinledikten sonra sıkılıp bir şeylere bakmak için Melikoş'umu açtım (evet ilk kez açıklıyorum notebook'umun adı Melikoş).

Olaya şu an hakimsiniz değil mi? Anlatabildim mi durumumu. Tamam o zaman susabilirim :)

    Dün gece nette dolanırken şimdilerde mazi olma yolunda hızla ilerleyen kartvizitlerle ilgili süper bir makale gördüm. Tarihe damga vuran insanların kartvizitlerini toplamış bir araya getirmişler, bizi yormamışlar sağ olsunlar.


                      

                      

                      

                      

                      

                      

En harika olan Andy Warhol'un kartviziti, kendini yansıtmış sanki sonra tabii ki Walt Disney... Sanatçı insanın hayata bakış açısı gerçekten çok başka.

photos:http://www.flavorwire.com

21 Ocak 2013 Pazartesi

Babamın Cesetleri

    Hayatımın hiçbir döneminde iyi bir tiyatro seyircisi olmadım. Küçükken çekirdek ailemle Haldun Taner sahnesinde sergilenen oyunlara giderdik. Oyunlar bana o kadar fazla gelirdi ki bir süre sonra ağlayan var mı diye sağıma soluma bakınıp oyun bitsin diye beklerdim. Çıkışta Kadıköy Saray'a gider tavuk göğsü yerdik.

Uzun zaman sonra bir oyuna bilet alırken heyecanlandım hemen o gün gelsin istedim. Berkun Oya'nın kaleme aldığı "Babamın Cesetleri"...
Berkun Oya'nın o "Hepinizi donumda sallarım" bakışları ve de farklı yazarlık anlayışı dolayısıyla uzun zamandır süre gelen tiyatro fobimi kırabilirim dedim, öyle de oldu. 


( Benim gibi daha önce gitmemişler için bilgi kuşağım: Krek Santral İstanbul'un içinde eski bir depo; içi oldukça güzel, oyunu kulakla izliyorsunuz (kulaklıkla izlemek derken anlatım bozukluğu yapmıyorum lütfen laf sokmayınız). )

    Oyun başladığında ilk olarak karşıma camekan çıktı, oyun camın arka tarafında sergileniyordu doğal olarak :) Cam olunca ne bileyim sanki televizyon izliyorum gibi hissettim, belli bir süre bunun üzerimde yarattığı evde üçlü koltukta oturuyorum hissiyatını atmaya çalıştım. Sonra kulaklık sayesinde yedikleri çubuk krakerin, içtikleri suyun bile sesini net duymak hoşuma gitti, oldukça gerçekçi geldi.

İki kardeşten küçüğünü canlandıran Öner Erkan'ı sonunda hak ettiği bir rolde görmek beni sevindirdi, Yalan Dünya'da canlandırdığı karakterden sonra "Bu adam ne yapıyor yeaa?!" dedirtmişti, şimdi ise oyun bitince işte bu beee diyerek ellerim patlarcasına kendisini alkışladım.

                      

Oyunun bir diğer yıldızı da bence hemşireydi. "Hemşirenin Olmazsa Olmazları" el kitabını silmiş süpürmüş Özge Özel. O mimikler, o kimseyi takmam hatta bir lafımla herkesi hazır ola geçiririm halleri çok başarılıydı.

  

    Oyun hakkında yazılacak çok şey var ama yazıya dökemiyorum işte, mizah duygumu bastırarak yazmak da istemiyorum ama bu oyun gerçekten görülmeye değer. Herkesin uzun, baydı dediği tirad bile beni kitap okuyormuşçasına aldı götürdü. Oyunun bir kötü tarafı vardı, afişinde "Şeytan"ı görmüştüm, oysa ben kendi kafamda tasvir etmek isterdim.




Son olarak belki yuh diyecekseniz ama en sevdiğim şaşal şişe olan Erikli'nin tombul şişesinin o boyutundan Pınar Su'yun da çıkarttığını oyunda öğrendim :)

Thom Browne Pre-Fall 2013

    Thom Browne isimli beyfendi erkek modası üzerinde oldukça söz sahibiymiş. Ben şahsen kendisinden biraz önce Pre-Fall 2013 bayan koleksiyonunu gördüğümde haberdar oldum. Parçalara teker teker baktığımda zaten erkek modacısı olduğu izlenimini alttan alttan vermiş, çok da güzel ve de farklı olmuş. Maskülen parçalardan uzun gömlek ve ceket formundaki kabana bayıldım. Hadi bakalım neler varmış neler yokmuş.










17 Ocak 2013 Perşembe

Burhan Doğançay

    İlkokul ikinci sınıfın ara döneminde özel okula transfer oldum. 50 kişilik sınıftan 18 kişilik sınıfa geçtim. Olan bitene yine çok anlam veremiyordum çünkü fikrim sorulmamıştı oysa ben sıra arkadaşlarım Berkan ve Deniz ile mutluydum. Dersler de zaten pek umrumda değildi. Kolejde sınıf arkadaşlarım ingilizce cümleler kurabiliyorken ben daha beşe kadar saymasını yeni çözüyordum. 

    Devlet okulunda okuyorken okul numaram sanırım 1278 idi (ya da 1728 tam anımsayamıyorum). Özel okula geçtiğimde ise 64. 64 diye okul numarası mı olur diye düşünüyorken orta okulda okul numaram 250 olmuştu. Ablam "O ne öyle 250 gram kıyma der gibi" diyerek her zaman olduğu gibi beni sinir edip germeyi başarmıştı. Şimdi düşünüyorum da ne harika bir okul numaram varmış, netmiş, belli bir duruşu varmış...

Kolejde okuyorken her zaman olduğu gibi en başarılı olduğum ders resimdi. Resim dersleri ve öğle yemekleri dışında okulda başka mutlu olduğum zaman dilimi yoktu. 

    İlkokulda ilk resim dersimde konu Yeşilay'dı. Öğretmen derste bitiremezsek evde bitirip haftaya getirin demişti. Eve gider gitmez bitirmiştim resmimi. Haftaya resim dersi gelse de öğretmene resmimi göstersem diye sabırsızlanıyordum. Ders geldi, çattı. Resim çantamdan resim defterimi özenle çıkartıp sırama koydum. Yan masalarda oturan arkadaşların resimlerini görünce önce biraz şaşırdım sonra ne kadar renkli boyamışlar diye ilgiyle ama çaktırmadan resimlere bakmaya çalıştım.

Öğretmen yanıma gelip Mayni arka planı da boyamalısın resim bir bütündür dediğinde şok oldum, tüm resim kağıdını boyuyorlardı, bu nasıl bir boya masrafıydı.

İşte o gün ilk kez kolejli olmakla devlet okulunda okumanın farklı şeyler olduğunu anladım. Kolejli çocuk boyası bitecek diye dert etmez çünkü bunu düşünmez bile. Neyse asıl yazma sebebim resme olan merakımın günden güne erimesine karşın Burhan Doğançay'a olan hayranlığım...


   Dün Burhan Doğançay vefat etti. Çağdaş resim sanatının en büyük Türk temsilcisini kaybettik. Resme olan tutkumu ilkokulda sıramın altında unutmuş gibi hissetsem de bu dünya tatlısı insanın ardından yazmak istedim.


Kendisi yaşıyorken az da olsa kıymeti bilinmiş İstanbul Modern'de eserleri sergilenmişti. Daha fazla bilgi için: http://www.istanbulmodern.org/tr/sergi/gelecek-sergiler/kent-duvarlarinin-yarim-yuzyili_822.html 

O'nu tanıyan herkes gibi bir eserini odamda görebilmek çok isterdim, mekanın cennet olsun vizyonu geniş güzel insan. 



16 Ocak 2013 Çarşamba

Modernlik? Fransa ve Türkiye'den Manzaralar

    Akşam saat 6 civarı, n'apıcağım konusunda kararsızım. Ya kahve içip kitap okuyacağım ya da İstanbul Modern'e sergi açılışına gideceğim. Açılışları, lansmanları seviyorum ama kendi adıma bu kadar kültürel bi açılış olarak ilk olacak, e tabii bir de yalnız başımayım ondan biraz daha gerginim.

    Yaparsın sen Mayni, aslansın kaplansın söylemlerimle birlikte atladım Karaköy vapuruna, vapur sanki sabah 6:15 Beşiktaş vapuru, öyle sakin öyle durağan. Vapurdan inip Karabatak'tan kahvemi de alıp İstanbul Modern'e doğru yürümeye koyuldum. Tam otoparka girdim ki polis arabaları çıkmaya başladı, oooo dedim ağır abiler açmış sergiyi, sonra Antrepo 4'e doğru yürümeye başladım, önümdeki topuklu ayakkabılarının ellerinden aldığı özgürlüğü telafi etmek için kol kola girmiş yürüyen bayanları sollayarak; "ya beni kot pantolonluyum, spor ayakkabılıyım diye içeri almazlarsa?!" kısa paniğiyle birlikte kendimi içeri attım. 

Alt kata indim ve ne göreyim salı pazarından hallice... Korkunç bir uğultu fakat bunun yanında herkes nasıl şık nasıl hoş. Merdivenlerde durup hey millet "ÇA VA" demek çok istedim. Amacım Fransızlar'a bir kez daha samimiyetimizi ispatlamak, ayrıca nasıl bu kadar zayıf olduklarına bir kez daha sinir olmaktı.


Sonra keşke gelmeseydim, ben bu kadar kalabalıkta sergiyi gezsem de bir şey anlamam ki diye hayıflanırken karşıma Bülent Eczacıbaşı çıktı. O da sergiye yeni teşrif ediyordu hemen en kocaman gülümsememle kendisini sergi küratörü edasıyla selamladım. Keyfim yerine geldi. Hızlıca bir tur attım, açıklamalara kısaca göz attım ve bayıldığım portrelere en kısa zamanda yeniden geleceğimi söyleyerek eve doğru yola koyuldum.





15 Ocak - 16 Mayıs tarihleri arasında sergiyi gezebiliriz.




14 Ocak 2013 Pazartesi

70. Altın Küre'nin Ardından; Golden Globes 2013, Kırmızı Halı Şıkları

    Altın Küre'yi izlemedim. Sabah uyanır uyanmaz hemen kimler almış ödülleri diye telefonu elime aldım; Argo'nun en iyi film seçildiğini öğrenince telefonu masama bırakıp çay suyu koymaya gittim. Argo kadar şişirilmiş bir film olamaz. En iyi yönetmen ödülü kazandıracak bir film ise hiç değil. Ben Affleck sana da zaten kılım, torpilin kimden eeeyyyy Ben!

Neyse ödül törenlerinin eğlenceli ve de oldukça çekişmeli kısmı olan kırmızı halıda kim  ne giymiş hadi bakalım:

                      Altın Kürenin şıkları

    Kırmızı Halı fotoğraflarına göz gezdirdiğim an dikkatimi ilk çeken Jennifer Lopez oldu. Elbisesi kankisi Zuhair Murad imzalı. Tuvaleti farklı mı, hayır oldukça aşinayız artık ama bu kadının o yüzü, o harika makyajı ve minik sevgilisini bir anne şefkatiyle sıkı sıkı kolundan tutmasıyla kırmızı halının en şıkları arasında seçtim seni Jennifer hadi yine iyisin :)

                    Altın Kürenin şıkları

    Veeee işte karşımızda doğum sonrası ilk pozuyla Adele! Tuvaleti Burberry imiş. Kilolu birinin bunun farkında olması ve yine de şık olabileceğini göstermesi açısından harika bir seçim yapmış. Göbiş gizmele başarıyla tamamlanmış :) Ayrıca şu klişeyi eklemeden geçemeyeceğim; Adele hamilelik sonrası daha mı güzelleşmiş ne :)))

                    

    Ben gerçekten Anne Hathaway hayranıyım ve kadının gözümüzün önünde bir deri bir kemik kalmasına üzülüyorum. Giydiği tuvalet de oldukça kötü (eski bir Chanel imiş), bu kadar zayıfladım bari hakkını vereyim hatlarımın demiş de sevimli hayalet Casper'a benzemiş. Güzelim kadın ne hallere geldi, Sefiller'deki rolünün hakkını kesin vermiştir artık lütfen yemek verin Anne'a! (hı bir de sabah uyku sersemi okudum, Anne zayıflıktan kolu kırmış, zayıflıktan kol nasıl kırılır onu da bilmiyorum, e neden google'lamıyorsun Mayni diyişinizi duyar gibiyim, şu an tembelim sorry.)

                           Altın Kürenin şıkları

    Eva Longoria'yı sevmiyorum ama kadın giyinmeyi biliyor. Emilio Pucci tuvaletiyle kusursuz. Öndeki göğüs dekoltesi biraz fazla geldi ama kadın fiziğim var, gizlim saklım yok diyor. 

                        

    Julianne Moore'u görür görmez kesin Tom Ford dedim ve de bildim! Geçen sene Gwyneth Paltrow'un giydiği Tom Ford imzalı efsaneleşmiş tuvaletin biraz gölgesinde kalsa da sırt detayı ki siz şu an bunu göremiyorsunuz oldukça şık ve de farklı :)

                          Golden Globes 2013: Marion Cotillard © Getty

    Marion Cotillard hepimize şaka yapmış ve kırmızı halıya düşmüş narenciye kılığında gelmiş. Turuncuyu çok severim evet ama bu elbise çok "çarşafa dolanmış" gibi. Zaten Marion Cotillard'ın surat ifadesinden de "n'aptım ben ya hemen bitsin de eve gideyim" ifadesi yok mu :))
Elbise Christian Dior Haute Couture imiş. "Rust and Bone"daki performansı ile adaydı fakat kazanamadı (rust and bone benim gibi her şeyden çok etkilenen biri için biraz fazla acılı).



Şimdilik benden bu kadar :) Sabırsızlıkla Oscar'ı bekleyelim...



12 Ocak 2013 Cumartesi

Karaköy Karabatak

Son zamanların en popüler kafesi olan Karabatak'a sonunda ben de gidebildim. Bayıldım mı? Hayır. Dekorasyon denildiği gibi güzel ama alt katı çok boğucu, üst katta yer bulursanız ne ala. Cam kenarında oturmak, okumak, kahve içmek için ideal. 









Louis Vuitton Pre Fall 2013 "The Bride Wore Black"

    Günün en sevdiğim zamanları insanların evlerine çekildiği, sokakların bomboş olduğu, çöpleri karıştıran köpeklerin poşetleri yırtma sesine kadar net duyabildiğim saatler... Ayın güneşten daha güzel olduğunu fark ettiğimden beri bu böyle. 

Böyle zamanlarda insanın haliyeti ruhiyesi biraz buhranlı oluyor Louis Vuitton Pre-Fall 2013 karanlık, karamsar ve de vamp hali ile tam bu saatler yaşamayı sevenler (hı tabii bir de cüzdanı kabarık olanlar) için :)


                     

                     

                        

                     

                     

                       

The bride wore black filminden ilham alınarak hazırlanan koleksiyonun her bir parçası giymeye kıyamamaklık....

Photos: http://nancyfashionfancy.blogspot.com/2013/01/louis-vuitton-pre-fall-2013-darker.html 


10 Ocak 2013 Perşembe

Oversized Coat'ların Nirvana'sı Bunlarrrrrrrr

    Yine çılgınlar gibi film izliyorum birazdan Oscar adayları açıklanacak diye heyecan duyan benden başka kaç kişi vardır acaba? Filmlerin bazı repliklerini olmadık yerde söylemeyi seviyorum (bunlar daha çok küfür içeren sözcük öbekleri oluyor ama olsun). 

Özellikle büyülü gerçeklik içeren bir film izlediysem direkt hayaller alemindeyim beni kimse rahatsız etmesin. Filmlerde denk gelince benim de yapmak istediğim bir şey var: Kadın ya da adam beğendiği palto-elbise ya da her ne ise gider tam karşısında durur ve başını tam yerine denk getirerek onun üzerindeymiş gibi durur... Bak şimdi aklıma Jean Dujardin'in sahnesi geldi (The Artist), evet evet bu sahneleri seviyorum! :)

    Stella McCartney'in 2013 Sonbahar koleksiyonundaki -oversized- kabanları görünce direkt aklıma geldi işte. Kavuşmamız biraz zor ama en azından mağazanın yansımasından üzerimde nasıl durduğunu görebilseydim... Küçük Emrah'lıktan ölmeden önce sizinle paylaşayım bu harika koleksiyonu, uzun zamandır ben böyle harika parçalar gör-me-dim!

           

            

            

           

Photos: http://coolechicstylefashion.blogspot.com