23 Aralık 2011 Cuma

2012 Korkma Gel Gel

    Kırmızıyı sevmiyorum, sevemiyorum. Olmuyor işte. Şimdi sağıma baksam Noel Baba soluma baksam köpükle yazılmış 'Hoşgeldin 2012'ler'... Yahu milenyum geliyor iken neler hayal ediyorduk uçan arabalar olacaktı, yemek yemeyecektik haplar olacaktı (Jetgiller hepsi senin suçun), biz hala mağaza vitrinlerine ''Hoşgeldin 2012'' yazıyoruz.

Haddon Sundblum'un Coca-Cola şirketi için hazırladığı çizimlerden biri
                                      
    Kırmızının iticiliğinin sebebi biraz da Noel Baba. Coca Cola'nın Noel Baba'yı şekilden şekle sokması; kırmızıları giydirip, beyaz sakalı da ekledi mi bir numaralı kapitalist Coca Cola içmeye hazır!
Adamcağız Demre'de doğmuş, hayırsever biri iken ne hallerde, öbür tarafta bunun hesabını kim verecek söyleyin bana.
( Neden böyle bir giriş yaptım onu da söyleyeyim çevremde kimse Noel Baba- Coca Cola ilişkisini bilmiyordu, belki sen de bilmiyordun ama artık biliyorsun :), hey Muhtar Kent! what's up maaannnn? )


Şimdi gelelim asıl mevzuya. Klişeliği severim bilirsin, o zaman benim neden 2012 Wishlist'im olmasın değil mi? Sevgili Noel Babacık hediyelerimi sakın bacadan atma zira biz 1. katta oturuyoruz, hediyelerimi 3. katta oturanlar kapar.
Sepet sarkıtırım ben sana zile basman yeter.


Evet başlıyoruz!!!
 Keşfedilecek yeni ülkelerde gidecek uzun yollarım olsun. Yürüyeyim de yürüyeyim...
Yürürken ayakcıklarımda Lanvin sneakers'larım olsun,
Çantam da tabii ki fuşya Cambrige Satchel.
Çantamın içinde Kumm defterim, Küçük Prens'im ve hayallerim de olsun,
Arada bir mola vereyim, okurken kahvemi yudumlayayım, boynumda Mawi kolyem olsun,
Daha da yaratıcı olmam için ilham kaynağım Coco'm da benimle olsun,
Zamanı durdurmam içinse bir Polaroid'im olsun,
En önemlisi gülen yüzüm, bitmeyen yaşama sevincim benimle olsun...



22 Aralık 2011 Perşembe

Nişantaşı Yeni Yıla Hazır

    Aralık. Kıymeti bilinmeden son günlerini yaşıyor sessiz sakin, yağmuru bile minik minik yağıyor, havası üşütmüyor. Bize bir şeyler anlatmıyor mu? Beni de sevin demiyor mu? 
Arkasından gelen ocak herkesin ilk göz ağrısı, ne yapsa da olamıyor onun gibi. Tüm dünya kutluyor ocağın gelişini, peki kimler Allah'a ısmarladık aralık diyor? Kim düşünüyor onu? Aralık hep bir bilinmezin ışığında ilerler durur hem heyecanlıdır hem de korkak. 


    Hüzünlüdür aralık, insanoğlu yine beş yüz yıl yaşarmışcasına ertelemiştir çoğu şeyi bu sebeptendir ki pişmanlık ayı da aralıktır. Bardağı dolu görmek isteyenler içinse umut ayıdır, gitsin istersin hemen sevmediğin günler, saatler... Yeni ufuklara yelken açmak, yeni hayaller kurmak istersin sevdiklerinin de içinde olduğu. Sevinç kaplar içini, güzel olacak her şey dersin, mahçup mahçup bit artık aralık dersin... Dudak büker sana aralık, sen görür müsün? Görmezsin çünkü bakmazsın arkana.


Böyle bir aydır aralık, resmen adı gibi arada kalmış, bitmesi bir dert, gitmesi başka bir dert. Hayat işte aynen aralık gibi. Sen şu an gülüyorsun, peki ya ben ?





 Aralığın gidişine en çok sevinen Nişantaşı'dır. Pek güzel süslenmiştir ocak için. Ocak kıymetini bilecek mi diye hiç düşünmeden. Belki de böylesi daha iyidir çok derini kurcalamadan. Günü hatta anı yaşamak.
Herkese mutlu yıllar, aralığı da sevin.






18 Aralık 2011 Pazar

Yeni Yılda Umutlarımız Işıldasın


    Suadiye Vakko... Cadde'de bir yeri tarif ederken ya Vakko'dan yola çıkılır ya da Şaşkınbakkal Divan'dan, değişmez. Yılbaşı yaklaştıkça en çok O'nun süslemesi merak edilir, beklenir. Ve her zaman sonuç mükemmel olur.

Bir marka için vitrinin ne kadar önemli olduğunu öğretmekte önder olmuş ender markalardandır Vakko...
Fotoğrafta gördüğünüz o insan grubu Vakko önünde fotoğraf çektiriyor. Süslendiği günden beri böyle, mağaza önünü boş görmeniz neredeyse imkansız. Bir de belli saatlerde kar yağdırıyorlar, çoğu insan da kar nasıl yağıyor diye görmeye geliyor.

    Vakko'nun burada yaptığı ağızdan ağıza pazarlama tekniği o kadar başarılı ki...
Yüzlerce diyemeyeceğim, gerçekten binlerce insan her gün köşkün önünde durup, seyredip, fotoğraf çekiyor. Bu fotoğrafları eş zamanlı olarak twitter'da, facebook'ta paylaşıyorlar hem de kendi istekleri ile. Ben Vakko'nun yerinde olsam bu süreçi kameraya alırdım, eminim çok keyifli görüntüler ortaya çıkardı.


Moda Vakko'dur :)


15 Aralık 2011 Perşembe

Kondomun Louis Vuitton ise bebeğe geçit olmaz :)

    Her markanın hayalidir müşterileri tarafından benimsenilip, sahiplenilmek. Herhangi bir kriz anında herkesten önce onlar olaya el atıp savunurlar markayı, en iyi onlar ikna eder karşı tarafı. Bir karşılık beklemeden sadece sevdiği için yapar bunu ''marka elçisi''.


Louis Vuitton... İşte tam da böyle bir marka. Bir kez seni büyülü dünyasına çekti mi kurtulamazsın ondan, hep daha fazlasını istersin, çantan varsa neden cüzdanın da olmasın? Kullandığın çantanın kulbu bal rengi aldıkça sen mutlu olursun, ohh ohh nasıl da orjinal bak eskimiyor derisi sadece renk değiştiriyor dersin (ki Türkler olarak buna da çare bulduk, çakmalar da gayet bal rengine dönüşebiliyor).


    Koşulsuz güvenini kazanan bu marka bir gün prezervatif üretse onu da alır mısın? İşte soru bu.
Aklından ne geçer? Yani sonuçta bu kadar kaliteli bir marka, prezervatifi de kalitelidir yani sıfır risk, alayım gitsin mi? Yoksa salak saçma kadın kadına sohbetlerde muhabbet konusu olsun diye ''dün kendime Louis Vuitton'dan epi deri bir çanta aldım, ay çok utandım ama bir de bir paket şu kondomdan aldım (kahkaha efekti)'' demek için mi?


       
Photo: http://www.louisvuittoncondom.com/


    Tanesi 68$ olan kondomların asıl üretim nedeni Dünya Aids Günü'ne dikkat çekmek. Yapılan işten elbet LV'nin haberi olmuştur ama tamamen LV ile alakasız bir proje, iyi bir işe hizmet ettiği için de ses çıkartmadıklarını düşünüyorum. Tabii ki Louis Vuitton mağazalarında satılmayan kondomları internet üzerinden satınalmak mümkün. Tabii $68'ın senin için önemi yok ise :)


                                  

Chanel, Hermes fanatikleri sizin neyiniz eksik?! Hadi bunun için ayaklanmayacaksınız da ne için ayaklanacaksınız? :)

14 Aralık 2011 Çarşamba

İlaydacan kahve tutacağını ödünç alabilir miyim? Bi kahve içip geleceğim.

    Yeniliklere pek açığım. Hele bir de bu yenilikler yemekle ilgili olur ise değmeyin keyfime!
Tabii bu tanışıklıklarım bazen inanılmaz leziz iken bazen de korkunç bir tecrübe olarak tarihimin tozlu sayfalarında yer alıyor.

Mesela sushi ile ilk tanıştığım günü unutamam, slow motion olarak akıyor bütün görüntüler beynimden. Ağzıma götürüşüm, uzun uzun çiğneyip yüzümü buruşturmam, karşımda oturan arkadaşımın ''hayır Mayni hayır çiğne ve yut sakın çıkartma'' bakışları... Ya o kadar para vermişim bir de bu eziyete daha fazla katlanıp yutacak mıyım? Tabii ki hayır, hemen peçete imdadıma yetişsin, kurtarsın beni. Sağol peçete bazen gerçekten kurtarıcısın.

    Abur cubur uzmanlığımda Prof.'luk mertebesine zaten 10-11 yaşlarımda ulaşmışımdır, çalışan anne babanın çocuğu olmanın kaçınılmaz sonu sanırım... Bakkal amcalar her zaman beni çok sever, ben de onları tabii.
Yeni bir çikolata çıkınca, Mayni bak bu yeni geldi, dene derler. Hemen hemen. Hiç kırmam onları.

Şimdilerde de kahve manyağıyım. Kapitalizmin kahve kölesi benim. Starbucks fişleri dolu çantalarım. Bütçe açığımın tek nedenisin Starbucks!

   Starbucks manyaklığının farkında olan moda markaları da hemen harekete geçmiş, ben ilk gördüğümde yok artık!!! dedim mi dedim.

                  

Evet işte bahsettiğim şey, elimiz yanmasın diye karton tutacak ay pardon Starbucks'ta Türkçe konuşmak yasak nam-ı değer ''sleeve''in geldiği son nokta! Moda dediğimiz tüketim manyaklığımız hayatın her anında satışa çevirecek yenilikler buluyor. Fiyatı 105 Euro olan bu tutacağın markası da Jimmy Choo.
                                                  Jimmy Choo 

Bunu alan çıkar mı ya? demeyin. Kesin... Arkadaş grubunda öne çıkmak konuşulmak isteyen zengin ama salak kız, gün senin günün hadi yine yaşadın!!!

11 Aralık 2011 Pazar

Pepee burada, Kayu Nerede???

    ''Şimdi ki bebekler internet, ipad, iphone ile doğuyorlar.'' cümlesinden o kadar sıkıldım ki... Bu cümle facebookta oynadığınız bir oyun için gizli puan mı veriyor? diye ciddi ciddi kuşkulanmaktayım. Neymiş efendim çocuk eline iphone vermeden susmuyormuş, maç izlerlerken TV'nin yanına gidip ekranı sürüklemeye çalışıyormuş. Yahu o maç oynanırken tüm sosyal medyacılar aynı mekanda mıydınız?

Miniklerin bu kadar erken yaşta teknoloji ile tanışmalarına karşıyım, legolarla oynasın, arabaları birbirine çarpıştırıp ağzıyla efektler yapsın, salak saçma klipleri izlesin neler oluyor yahu? desin hayatı sorgulasın:)

Elbet hepsini öğrenecek ve gün gelecek hepsine ''mecburen'' sahip olacak...

    Bu sebeple Pepee'yi çok seviyorum. Hem ''yerli malı, yurdun malı herkes onu kullanmalı'' prensibim nedeniyle hem de çocuklar için oldukça eğlenceli. Pepee'nin söylediği şarkıları ezberledim bile, favorim tabii ki ''İki ekmek aldım'', o kadar içten söylüyorum ki yakında bu şarkıyı Pepee ve Müslüm Gürses düeti ile dinlemek bile isteyebilirim.

Daha dinlememiş olanlar için:



Pepee'nin hayatımıza girince Kayu salağına olan ilginin azalması da başka bir mutluluk sebebim. Ya çocuklar demiyor mu Keloğlan çakmasının adı Callilou gibi bir şeyken neden Kayu diyoruz diye? Biz ki yıllarca Ceyar'ın JR. olduğunu anlayamadan yaşamış bir milletiz.

Neyse hemen bir Pepee videosu izleyeyip sakinleşeyim :)



Kayu nanik nanikkkkk :)

Biri sürpriz mi dedi? :)

    Bir erkek düşünün ki tuttuğu takımının Şampiyonlar Ligi finali var ve sizinle klasik müzik konserine gelmeği kabul ediyor. Benim gözümde bu erkeğin zerre kadar değeri olmaz ama çoğunluk için konuşmak gerekirse bu adamı al evde vitrine koy, robot gibi kullan, ne çok sevmiş seni, bir dediğini iki etmemiş.

Bu video sevgilileri kırılmasın, kavga-gürültü çıkartmasın diye bir dediğini iki etmeğen tüm erkekler için gelsin...

Ki ben izlediğimde gözyaşlarıma hakim olamadım, CL müziğinin bende bu tarz bi etkisi var, aklıma hemen Sevilla maçı geliyor da...

Hadi bakalım izleyin ve kocaman gülümseyin :o)

Bora Aksu'dan bir ''Armaggan''

    Bazı insanlara o kadar saygı duyuyorum ki onlarla karşılaştığımda tepki ve sevgi göstermek ister iken bir anda tepkisiz kalıp, donuyorum. Dün de kursta aynen bu durumu yaşadım, sınıfa girdim, kendime kahve alırken ''Merhaba ben .....'' dedi, ben de gayet uykudan uyanmış, mahmur kız ses tonunda ''ben de ben'' dedim, geçtim oturdum yerime. Sonra tak, tuk, tik, tak sesleriyle birlikte beynimde bulunan mini jeton hareketlendi, kahvemden bir yudum almam kendime gelmemde yardımcı aktör oldu, yudumumu yuttum ve ayağa fırladım! ''Sen O'sun'' diye. O da sevindi ''Yaşasın beni tanıyanlar var'' diye.
Sonra başladık sohbete, o konuştu, ben kafa salladım. Sonra da zaten ders başladı...

Moda sektöründe karşılaşmak, tanışmak istediğim insanlar bir elin parmağını geçmez, tabii ki hepimizin liste başı Hüseyin Çağlayan'dır. Kendisi gerçekten modaya yön verenlerden olma yolunda emin adımlarla ilerliyor ve biz ülkece yalnızca izliyoruz...

Bir diğer yıldızım da Bora Aksu, kendisi Londra Moda Haftası kapsamında 4 yıl üst üste ''En Başarılı Genç Moda Tasarımcısı'' ödülünü aldı. Yaptığı işler o kadar kendine özgü ki, yaratıcılık bitti diyenler için kendisi başlı başına tokat gibi cevap.

Ve kendisi şimdi Armaggan ile işbirliği yaparak 40 parçadan oluşan harika bir koleksiyon ile karşımızda!
 
    
    40 parçadan oluşan koleksiyonda yazma, oyalı kumaşlar ve ipekler Armaggan'ın atölyelerinde elde işlenmiş.
   Bora Aksu- Armaggan- El işmesi ipekler, yazmalar hepsi Voltran oluşturunca fiyatlar konusunda beni bir korku, panik sarmıyor değil ama ne de olsa alamayacağım için benim çeneciğimin yorumlasına ne gerek var değil mi?




29 Kasım 2011 Salı

Victoria's Secret ''Sexier Than Skin'' Kampanyası

    Sosyal medyaya ilgi duymaya başladığımdan beri öğrendiğim bazı şeyler beni gerçekten çok şaşırtıyor. Dünyada en fazla oyun oynayan bayanların Türkiye'de olması gibi. Şu zamana kadar bir kez bile facebook üzerinden oyun oynamadım.

    'Geleneksel' yaklaşım sergileyip hala bilgisayarımda kayıtlı olan Super Mario'yu oynamaktayım. Oyun oynamasam da teknolojik gelişmeleri yakından takip ediyorum, bence ben tam olarak 'nereden nereye' örneğiyim.
Onur Air vakası tüm sosyal medya derslerine konu oldu ve de hala oluyor ya da çiçek açan Doğuş. İnternet Mahir'den sonra hocaların anlatacak bir şeyleri oldu çok şükür, baymıştık artık.

    Bu hızlı gelişim ve değişime en hızlı ayak uyduran sektörlerin başında bence moda geliyor. Markalar sosyal medyayı etkin bir şekilde kullanıyor, blog tutuyor, yarışmalar düzenliyor...
OXXO'nun Türkiye'de en çok 'like' alan giyim markası olması da beni şaşırtan bilgilerden biri, Facebook'ta sayfa açan ilk markalardan biri oluşunun bu kadar beğeni kazanması için yeterli olmadığını düşünüyorum ve gerçekten bunun nedenini merak ediyorum.

Şimdi gelelim asıl meseleye. QR Code'un yavaş yavaş dillerimizde pelesenk olmaya başladığı şu günlerde süper bir Victoria's Secret QR code kampanyası olan 'Sexier than skin'e, fotoğraftan da anlaşılacağı üzere cep relefonu ile 'teknolojik' barkodu okuttuğumuzda tatatataaaaam telefonumuzda bir melek!
    Bence çok inovatif ve eğlenceli.

  Victoria Secret QR Codes

Türkiye'de de yakında mağazaları açılacak olan Victoria's Secret bu uygulamayı bizde de yapar mı bilmem ama yapar ise ülkece QR code'u yalayıp yutmamıza sebep olur :)

     Victoria Secret QR Codes

     Victoria Secret QR Codes

Son olarak Victoria's Secret'ın Türkiye'ye gelecek olmasına çılgınlar gibi sevinen kızlara erkeklerin cevabı net oldu: Kızlar biz de Nike marka krampon giyiyoruz ama hiçbirimiz Ronaldo değiliz! :)))


22 Kasım 2011 Salı

Lady Gaga sen Öss nedir hiç bildin mi?

    Tarihten tozlu bir sayfa, hesapladım da bildiğin yaşlanmışım, Öss sonuçlarının açıklanacağı gün. Tabii ki site çökmüş bakamıyoruz, bu sebeple benim için Yök ve Biletix'in farkı yok işin düşerse, o da düşüyor, hem de paldır küldür.

Arkadaşım arıyor, 'Bi okul kazanmışsın da ilk kez duydum, bunu ne ara yazdın? Neden istediğini sildin de bunu yazdın?' diyor.
Ama ama ama...

    Şu üst satırda koyduğum üç nokta hayatımın en acıklı üç noktası. Yanlış seçimler üzerine kurulmuş bir hayat benim ki. Hala lanet ediyorum o güne. İşin kötüsü unutamıyorum da.

Elazığspor maçımız vardı, durmadan ağlıyordum, maç başladı hala hüngür hüngür ağlıyorum. Bir de üzerine golü yedik mi ahan da katmerli durum. Daha sonra 7 tane gol çaktık, e artık susayım bari dedim, 7 gol, yazıyla da yedi. Öbür (öbür ne saçma geliyor yazınca değil mi?) gün gazetede iki fotoğrafım vardı; ''Fener önce üzdü sonra sevindirdi'' başlığı altında...
Ah be gazeteci ağabey Fener hiç üzer mi beni?

    Bu hüzün dolu, kopmasını, gitmesini dilediğim zaman dilimimi bir kenara bırakıp Lady Gaga'ya dönmek isterim. Çok düşündüm ama konuyu bağlayamadım bu seferlik böyle olsun...

Seviyorum bu kadını, ezberbozan tarzını, zaman zaman iticiliğini... Öyle ya da böyle farklı işte. Kafelere oturup gelen geçeni süzersin ya hani karşımda Lady Gaga olsa değil süzmek anatomi dersi alıyor gibi olayı ciddiye alır santim santim incelerdim.  Ve işte kendileri son zamanlarda giydiği en kapalı ve normal kıyafet içinde.

                                           

                      Gaga'nın etçil hallerinden sonra bu elbisesiyle pek şirin değil mi?
         
                                       

                   Karl Lagerfeld imzalı Chanel içinde Lady Gaga, hayaldi gerçek oldu :)



21 Kasım 2011 Pazartesi

Paylaştıklarını düzenli olarak gözetlediğim tek kişi 'Carrie' :)

     Kıskanç kelimesi sence de anlamının ağırlığını taşımıyor mu? Anlamını iyice pekiştirmek için TDK'ya sorduğumda cevabı: 'kıskanma huyunda olan' oldu. Peki sen de kıskanma huyunda olan mısın? Yan çizmeeee evet işte eveeeeet!

Ben pek kıskanç biri değilim diyebilirim, ama küçükken kuzenimin Barbie evine sahip olmak için neler vermezdim. Asansörü bile vardı, minicik taraklar, tabaklar, buzdolabı... Bıraksalar o evin önünde yaşardım. Barbie ve Ken yeter ki birbirlerini bir ömür boyu sevsinler bana yeterdi.

Daha sonraları lise yıllarımda, kombine kelimesinin 'kombi'den türemiş bir kelimeden daha fazla anlam teşkil etmediği yıllarda, kombinesi olan sınıf arkadaşımı delice kıskanıyordum (çok frna anlatım bozukluğu var cümlemde ama düzelmetemedim ya), benim için tepe noktası o idi, bundan sonra da hiçbir şeyi o kadar kıskanmam eminim... 

    Kızlar düzenli olarak birbirlerinin aldığı çantayı, çizmeyi, bluzu hatta parfümü kıskanır. Bu değişmez, Ayşe onu almış ise Berna nasıl almaz ya da alamaz? Şartlar zorlanır ve hedefe ulaşılır, burada hedef o çanta değildir, Ayşe ile eşit olmaktır. 

Tüm okul hayatım boyunca kimse de olmayan kalem kutularım, çantalarım, defterlerim oldu. Herkes mahallesinde bulunan kırtasiyeden alışverişini yapıyor iken ben yurt dışına giden birinden kırtasiye malzemesi sipariş verirdim, o zamanların rüya mağazası Dünya Gençlik Merkezinde harçlığımı son kuruşuna kadar harcardım. 

Kocaman kız oldum hala güzel bir defter, kalem gördüm mü dayanamıyorum, morning glory'nin benim olmasını hayal ediyorummmmm :)

Şu blog aleminde beni benden alan, kendinden başka kim olmak isterdin Mayni? diye sorsalar tek cevabım, nevi şahsına münhasır --> Carrie


    Başka zamandan kalmış, zaman onun için durmuş gibi. Kıyafetleri, takıları, saçı, başı, yaşadığı yer... Kendisini 'Vintage Kraliçesi' ilan ediyorum.
Hala keşfetmediyseniz mutlaka bir bakın derim, insanı cidden alıp götürüyor ve işte söylüyorum kıskandırıyor!

Seni kıskanıyorum Carrie. Hayatlarımızı değişelim mi? hı?

17 Kasım 2011 Perşembe

''Giyinik'' Ajda for Twist

    Ben minikken Ajda Pekkan'ın 'Eğlen güzelim gününü gün et, ben vazgeçmişken eğleeeeennnn' diye bir şarkısı vardı, bu şarkının klibi benim için inanılmaz bir dünyaydı, mini dizi gibi, bir hikayesi vardı. Tv'de ne zaman bu klip dönse ekrana kilitlenirdim. Klipte Ajda hayal alemine dalıyor ve çıkıyordu. O zamanlar ne kadar farklıydı görüntüsü ve kıyafetleriyle hatta adıyla...


Şimdilerde kendisi 'taş' olabilir ama benim için fazla itici. Özellikle giydiği o tanımsız mayolarla. Neyin ispatı bu? Taş gibi bacaklarının mı?, hala yaşlanmadığının mı? ya da Demet Akalınlaşma çabaları mı?
Bence Ajda Pekkan olmuş biri için çok yanlış hareketler bunlar.

Son zamanlarda çıkarığı albümlere ve giydiği tanımsız mayolara rağmen Ajda Pekkan'ın yaptığı en iyi atılım Twist işbirliği ile yaptığı koleksiyonlar. Oldukça şık ve tarz. Eski Ajda gibi.


                                       

                          

          

          

13 Kasım 2011 Pazar

''Aslan kaç paraparapoooooommmmmm''

    İnsanlar; İstanbul'da doğup büyüyenler ile İstanbul'a göç etmiş fakat daha fazla İstanbulluymuş gibi yapmaya çalışanlar olarak ikiye ayrılabilir. Ne kadar ayrımcısınnnnnn! diyebilirsiniz. Evet öyleyim çünkü kusura bakmayın da beceremiyorsunuz, bir yerden açık verip olmaya çalıştığınız kişi olamıyorsunuz. Herkes ne olduğunu bilip, bunun farkında olarak yaşasa ve haddini bilse belki her şey daha kolay olabilir çünkü parayla olmuyor bu işler.

Hadi şimdi gelin bunu modaya bağlayalım. Koskoca Christian Louboutin, her kadının rüyası, arzu nesnesi. ''Aslan patisi'' adını verdiği, bir de 'limited edition' diyerek kadınları daha da gaza getirecek bir model çıkartmış. Bir ayakkabı bu kadar mı çirkin olur a dostlar? Neyin peşindesin Louboutincim? Bu seri katır, eşek, fil, zürafa diye devam edecek mi? Adı ne olacak C. Louboutin hayvanlar aleminde mi?

                                                  
                                                  

    Demek istediğim herkes olduğu gibi olsun, özünü değiştirmeye kalkmasın, Louboutin elit ayakkabılar tasarlamaya devam etsin ve sen neysen o ol. Seni seven öyle sevsin, hayat rol yapacak kadar uzun değil...

                                        

12 Kasım 2011 Cumartesi

"Kaybeden; kaybetme korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir."

    Çocukluğum Şile'de geçti. Şimdilerde 50 dakikada gidilen yol ben minikken 2 saat sürerdi. Ya İstanbul'a gitmek çileydi ya da Şile'ye dönmek. Ben böyle büyüdüm. Hep 2 evim oldu, 2 arkadaş grubum, sabahları ekmek almaya gittiğim 2 bakkal amcam...
Hiçbir denizi sevemedim Şile'nin ki kadar...
Şimdi düşünüyorum da kaç yıl oldu Şile'de denize girmeyeli? En çok sevdiğimi kaçırmışım işte yıllar geçmiş...

Evimizle deniz arasında sadece kumsal vardı, ama yine de denize kavuşmak zordu çünkü kum sıcaktı :)
Her yaşın derdi başka işte.

    Annemin benim için aldığı mayolar olaydı. Fosforlu sarı, fuşya hatta kıpkırmızı... Bir sorun olduğunu küçükken de hatırlıyordum çünkü o kadar parlaktım ki insanların gözünü alıyordum. Sonra öğrendim ki ben arkadaşlarımla denize gittiğimde evden beni rahatça seçsinler, görebilsinler diye önlemmiş :)

Bu gece Little Miss Sunshine gecesiydi, bu filmi çok seviyorum. Bazen kaybetmenin bile çok anlamlı olabileceğini ailecek sahnede dans ederek ne güzel gösteriyorlar. Olive benim kahramanlarımdan... Hatta Olive'ın gözlüğünün aynısını aldım, herkes nine gözlüğü dese de ben her seferinde Olive ile aramızda! diyorum...

                    

Hayat hayallerini doldurduğun bir minibüs ve sanırım önemli olan bu hayallerine ulaşmak için yanına kimleri aldığın...


                                    

Filmin en dikkat çekici kısmı minicik kızların makyajla nasıl o hale geldikleri. Resmen sinir bozucular, küreğin tersi ile ağızlarına çakma isteği yaratıyorlar. Bu da demek oluyor ki minik kızlar çok güzel büyümüş de küçülmüş rolü yapıyorlar zira öyle olamazlar :)

                

Bu filmin derin etkisinin bir başka sebebi de dede özlemi. Olive'ın dedesi gibi benim de dedelerimden biri hayatta olsaydı da ben de böyle güzel anılar biriktirebilseydim, onları hatırlasaydım...En azından bir kez maça gidebilseydik...

Bu filmin en güzel cümlesini dedesi Olive'e söylüyor: ''Kaybeden; kaybetme korkusuyla denemeye dahi cesaret edemeyendir."

1 Kasım 2011 Salı

İnsan Ruhu Sadece 21 Gram, Uçup Gitmesin Yüreğinden

Körü körüne sevmek.
Bir beklentin olmadan, sadece sevmek.
İşte ben bunu iliklerime kadar yaşıyorum kendimi bildim bileli.
Seçilmişlerden olduğumu düşünüyorum zira normal değilim.
Canım çok yanıyor, bu haksızlıklara boyun eğmek çok zoruma gidiyor.
Yastığa başımı koymak artık dert, düşünmemek için çırpınıyorum, günleri birer birer sayıyorum.
122 gündür aldığım her nefes yarım.
Yüreğim dağlanıyor, ben eski ben olamıyorum artık.
Gülüşlerim sahte, yaşama gücüm bitik.

İnsan ölünce 21 gram hafifliyor, ruhu uçup gidiyor. Ben yaşıyorum ama 21 gram daha hafifim.

İyi ki doğdun Başkanım. Seni o kadar çok seviyorum ki. Allah'ım sana uzun ömürler versin...

27 Ekim 2011 Perşembe

Yaralandım...

   Elimin üzerinde derin bir kesik...
Ne zaman oldu, hangi gün, farketmedim... Kolileri açarken ya da bantlarken mi bilemedim... Kıyafetleri yetişkin, bebek diye ayırırken ya da bebek bezleri ve biberonlar nereye konuluyor diye sağa sola koşuştururken mi, hatırlayamadım... 

Bu yara neyin yarası? Hiç geçmesin, kapanmasın istiyorum, en azından izi kalsın, unutmayayım...

Yüreğim daha çok acıdı benim, gözyaşlarım isyan etti düzene, faşistlere, yüreği sızlamayanlara... Çok yaralandım ben tıpkı 17 Ağustos'ta olduğu gibi. O kadar çok soru var ki kafamda, kime sorsam, kimden hesap sorsam ya da kime dert yansam?

   Gözde öğretmenle birlikte ölen öğretmen sayısı 64... Gözde belki de İstanbul'da doğmuş büyümüştü, tayini Van'a çıkınca ailesi üzüldü, çok uzak dedi annesi ama Gözde çalışacak, ailesine para yollayacaktı. Kim bilebilirdi ki senin biricik kızını şerefsiz bir adam betondan, demirden çalarak senden aldı...

    Ve depreme internet kafede yakalanan Yunus... Onun evinde büyük ihtimal bilgisayar yoktu, belki de harçlığını sakladı, okulda simit yemedi ki pazar günü gitsin, bilgisayarda oyun oynasın. Bilgisayar başına oturmuştu, çakmak çakmak gözleriyle, ya bir savaş oyunu açmıştı ya da yarış, oynuyordu. Sonra dünya o minicik bedeninin üzerine yıkıldı, yanında bir de adsız kahraman...


    Bu fotoğrafı ömrüm boyunca unutmam; o zeytin gözleri, usulca yastığa başına koyup kurtarılmayı bekleyen olgunluğu... Hala isyan ediyorum neden kurtaramadılar, yaşatamadılar seni diye, cennete gittin onu da biliyorum ama çok gençtin sen, çok miniktin...

Melek Yunus huzur içinde uyu, bir gün karşılaşacağız...

22 Ekim 2011 Cumartesi

12. Bienal'in Ardından...

    Ortaokulda başına buyruk, asi bir kız vardı. Renkli çorap giymek yasaktı, o giyerdi; saçlar açık olmamalıydı, o hiç toplamazdı. Bienal'i gezip, kitapçıkla paralel eserleri incelemeye çalışırken onu gördüm, rehber olmuş, grubuna Bienal'i gezdiriyordu. Beni görünce saçlarını savurdu, minikken yaptığı gibi... Ben hemen mesajı aldım: ''Gördün mü Mayni, asiydim, tembeldim amma şuan sevdiğim işi yapıyorum, bomba oldum hem de en entellektüelinden...''


Hemen oradan uzaklaştım, bu iş kitapçıkla olmayacaktı kaçak olarak yaşlı teyzeler grubuna dahil oldum, rehbere ücreti ödemeden Bienal geziyor olmanın verdiği huzursuzluk ve heyecan ile başladık turumuza...



Bienal'in adı İsimsiz ama beş kardeşler. ''İsimsiz" (pasaport), "isimsiz" (ross), "isimsiz" (ateşli silahla ölüm), isimsiz (soyutlama) ve isimsiz (tarih) temaları yer alıyor.
Bienal'in ilham kaynağı ve eserlerin Felix Gonzales Torres'e ithaf edilmiş olduğunu ve yıllardır hepimizin sanatçıyı yakından takip ettiğimiz bilincini kim oluşturdu onu da anlamış değilim. Kardeşim bir açıkla Bienal girişinde bu adam kim?, ne yapmış?, neye karşıtmış?


Neyse konumuza geri dönelim..


    Rehber kız çok şirindi ve de peltekti, ilk başlarda eserlere konsantre olamadım, erkek olsam sevgilimin peltek olmasını isterdim diye düşündüm belli bir süre. Daha sonra elmaların olduğu çekmeceli dolabın yanında durduk (valla kusura bakmayın önemli bir yapıttıysa ve ben onu ancak böyle tasvir ediyor isem bu benim cahilliğim). Bienal'e konsantre olduğumda rehber anlatmayı bitirmiş, elmalardan istersek alabileceğimizi söyledi, o an kendime geldim ve hemen bir elma kaptım.

Artık çok mutluydum, hem Bienal'e girerken eski okul kartımı gösterip para ödemeden girmiştim üstüne üstlük şimdi bir de elmam olmuştu.





    Soyutlama temalı kısım interaktif bienal oyunu gibi bir şeydi, elmalar her gün 'güncelleniyormuş', üzerine bastığımız tahtaların konumlarını değiştirebiliyorduk. Tamam sanata saygım sonsuz da çok boş geldi bunlar bana yahu. Halıyı ikiye kesip sonra ortasından dikerek ona yeni bir anlam katmak demek, eniştemin içtiği her sigara paketinden hayvan figürleri yapması ile aynı 'sanat' değerini içeriyor benim için. Keza lezbiyen yataklarının sergilendiği kısımda çok saçmaydı, sanatçı lezbiyenmiş, sevgilisinden ayrılmış, kızmış yatağı kesmiş, sonra dikmiş, sergiliyor. Gözümüzün içine lezbiyen fotoğrafları, yatakları ve çarşafları sokarak normalleştiremezsiniz ki...


Boğaz'ın suyu da hepimiz gibi başka başka akıyor, başka yönlere...


Nicolas Bacal'ın Senden Sonra Uzam-Zamanın Geometrisi isimli saati (sadece saniye ilerliyor, akrep-yelkovan yok) her saniyem sensin mesajı veriyor gibi bir şey. Gonzales Torres'in 'Perfect Lovers'ına gönderme yapmış sanatçı.
 
http://www.or-bits.com/blog/2010/02/untitled-perfect-lovers-by-felix-gonzalez-torres-1987-1991/
Nicolas Bacal

Wilfredo Prieto'nun Siyaseten Doğru isimli eseri, mesaj net: tepedekilerin dediklerini yapmak zorundasın yoksa kellen gider...

Bir sonraki bienale ben de kazmam ile katılacağım inşallah

Öldükten sonra kemik torbasından ibaret olduğumuz oysa ki ruhumuzun bir tüy kadar hafiflediğinin temsili...

Ve en çok aklımda kalanlar top 3:

Ahmet Öğüt'ün Mükemmel Aşıklar eseri, Nazım Hikmet Richard Dikbaş'ın harika çizimleri ve sözleri, sürekli savaşan ülkelerden biri olduğumuzdan 'Kurşun Askerler'in arasında bizim ordumuzun da olması...